Kamil efendi at bakıcısıdır. Bir Cuma günü, camiye gelir. Bakar ki, hiç kimse yok, vaaza hazırlanan hoca, cemaat olmadığını görünce, Kamil Efendi´ye sorar:
?´Senden başka kimse yok. Ne dersin; vaaz edeyim mi, yoksa etmeyeyim mi?´´ Kamil Efendi, ?´ ben seyisim, bu işlerden anlamam. Benim yirmi atım var, hepsi kaçıp gitse biri kalsa, onu ihmal etmem, yine bakarım´´ der.
Bunun üzerine hoca, uzun uzun vaaz eder. Namaz sonrası Kamil Efendi´ye sorar; ?´ Nasıl, vaazımı beğendin mi?´´
Kamil Efendi şöyle der; Ben seyisim, vaazdan anlamam. Ancak ben, yirmi atın suyunu ve yemini bir ata verip onu ÇATLATMAM´´
Başlıkta da görüldüğü gibi, Kamil Efendi hikâyesi, cami ve hoca üzerine kurulmuş olduğundan hikâyeye uymayan, cemaati çileden çıkarmayan hoca ve vaazları tenzih ederiz. Bizim hikâyeden gelmek istediğimiz kesim siyasetçilerdir.
Medeni dünyada bilim adamları, konuşmacının ne dediğinin anlaşılmasının süresini OTUZ DAKİKA ile sınırlıyorlar. Bizim ülkemizde neden aceba particilik yapanlar, her zaman, her yerde Allah aşkına bağırarak, çağırarak, hatta insanları tehdit ederek saatlerce laf ediyorlar?
Bildiğimiz kadar medeni bir insan ne anlatacaksa, yumuşak bir sesle ve de uhulet ve suhuletle neden anlatmaz da bağırıp çağırmayı ve hakareti seçer?
Kamil Efendi hikâyesi, bana kalırsa parti mensuplarına cuk diye oturuyor. Çok az istisna, başta liderler olmak üzere bağırıp, çağırıyorlar üç beş, öğrenmek için dinlenmesi gereken sözleri varsa onu da laf kalabalığına dönüştürerek kendilerini tatmin ediyorlar.
Daha da önemlisi, dinleyicileri ve başkalarını suçlayarak, aslı astarı olmayan şeyleri, ciddi ses tonlarıyla anlatarak kim nereye varmak ister biz bir türlü anlamıyoruz. Orta ve uzun vade de kimsenin bir yere varamadığı anlaşılır ama zaman geçer.
Ama konuşmalarının milleti, rey uğruna böldüğünü çok iyi anlıyor ve şiddetle kınıyoruz. Bütün konuşmacılar Çanakkale, Sarıkamış, Sakarya ve bütün savaşlarda bir ve beraber olduğumuzu ballandıra, ballandıra anlatmasına rağmen, seçim olunca insanları ayırıyorlar? El insaf yahu.
Aksaray´dan örnek verecek olursak, Devletimiz vatan ve millet noktasında bir tehlike karşısında kaldığında, Aksaraylı dört yüz bin kişinin hangisinden malıyla, canıyla ne isterde, hayır diyenimiz olur?
Yeter artık yeter, insanlarımızı birbirine kinleştirmek ten, bir tarafı gafil hatta hain, diğer tarafı kahraman ilan etmekten vaz geçilsin, bu gidişle bir gün eyvah diyebiliriz. Tarihimizden bu acılardan çok fazla. Hani tarihten ders alacaktık?
Kamil Efendi hikâyesinde olduğu gibi halkımız ariftir, hepsi Kâmil Efendidir, sizin ne demek istediğinizi avurdunuzun domalışından bile anlar. Bu arif ve leb demeden leblebiyi anlayan halkınıza biraz saygı gösterir ve güvenirseniz daha iyi olmaz mı?
Tarihimiz de, bağırarak, çağırarak işler yapıp adını unutulmayacak şekilde yüzlerce sene yaşatan hiçbir Devlet ve millet büyüğümüz yok. Yaşayanlara baktığımızda hepsi, en sert demeçlerini insanları kırmadan verenlerdir.
1071 den 1918 ?e kadar gelen muazzam Türk İslam ruh birliği, İstiklal Harbi ile perçinleşmiş daha dinamik, daha canlı Türkiye Cumhuriyetinin kurulması ile birlik, kardeşlik, vatan, bayrak ve güçlü devlet şuuru ortaya konmuştur. Bu ortamı karıştırmak son derece anlamsız ve manasızdır.
Cumhuriyeti kuran güçlü irade, bütün hainlikleler ve saldırılara rağmen hamdolsun dimdik ayakta ve yarınlarından emin devam etmektedir. Cumhuriyete ve demokrasiye sahip çıkmak baş görevimizdir.
Türk Milletine yapılan kötülükler, iftira, fesat ve yalanla yapılmıştır. Birçok zaman amaca da ulaşılmıştır. Şayet yöneticilerimiz birbirine düşmeseydi veya düşmemeyi becerseydi, tarihin en eski milleti bugün İmparatorluğunu devam ettirirdi.
Türk Devletlerini yok eden veya zaafa uğratan fesat, bugün de Devletimizin başına musallat olmaktadır. Ülke insanımız ne yazık ki fesadı ve bölücülüğü ayırmakta siyasetçilerimiz yüzünden güçlük çekiyor.
Temiz kalpli halkımız, saf tavırla söylenen yalanı, olaylar kıyaslama dan yer yer kabul ediyor. Neden yalan söylesin bizden biri diyebiliyor.
Hayrola, muvaffak ola, muzaffer ola.

