Serdar Adem İşler


Dere Taşmaz Yatağına Yerleşir / DİYALEKTİK BAKIŞ

Aksaray haberleri, Salihler şehri gazetesi, Aksaray haber


                Doğal afetle gafleti birbirine karıştırıyoruz. Normalin üzerinde bir doğal hareketlilik oldu mu yağmur görmüş mantar gibi uzmanlar türemeye başlıyor ekranlarda. Başlıyorlar konu hakkında olur olmaz konuşmaya. Zaten bir olay medyanın eline düştüyse artık iflah olmaz. Üç kuruşluk reyting uğruna artık sündürür de sündürürler.

                Deprem mi oldu, ayrık otu gibi ekranlarda boy gösteren uzmansı varlıklar halkın hiçbir şey anlamadığı yorumlarıyla konuyu iyice içinden çıkılmaz hale getirirler. Ağzı olan konuşur. Mangallarda külden eser bulamazsınız.  Bu kadar gereksiz sohbet ve muhabbetten sonra işler yoluna girer mi dersiniz? Ne gezer? Eski tas eski hamam hayat kaldığı yerden devam eder. Hele bizim millet uzmansıların laf kalabalığı arasında anlayabildiği bazı gerçekleri uygular mı dersiniz? Çok beklersiniz… Bizim yaptığımız sadece başkalarını suçlamak ve kendimizi aklamaktan başka bir anlam ifade etmez.

                Örnek isterseniz corona sürecinde maske konusunda maske takmayan herhangi biriyle ayaküstü sohbet etmeniz yeterli. Söylediklerimin fazlasıyla doğru olduğunu bizzat kendiniz tespit edebilirsiniz. Benim her şeyi bilen vatandaşım kendi ilkokul tahsilini aklına bile getirmeden maske takmayanların cahil olduğundan bu yüzden de devletin almaya çalıştığı önlemlerin tam anlamıyla uygulanamadığından dem vurur. Bu arada başta da belirttiğim gibi kendisi de maskesizdir. Hatta maske takılması noktasında az önceki uyarınıza ‘Maske de neymiş? Bana bir şey olmaz.’ şeklinde verdiği zifiri cehalet kokan tepkisini unutmuştur. Çünkü cahil sadece her şeyi bilen değil aynı zamanda hatadan münezzeh bir varlıktır. Buna benzer bir tespiti çevre kirliliği sorununda da yapabilirsiniz. Çevre akıl almaz derecede kirli olsa da kime sorsanız tertemizdir. Tıpkı kimsenin günahlı olduğunu kabul etmediği bir coğrafya parçasında kapılarımıza kilit üstüne kilit takmamıza rağmen kendimizi bir türlü güvende hissedemediğimiz gibi…

                Mesele bir şeyi bilmek ya da bilmemek değildir. Mesele helal haram düşünmeden daha çok kazanmayı hayat felsefesi edinmektir. Ayırmadan demiyorum çünkü helal haram noktasında birbirimize her fırsatta o kadar üfürüyoruz ki ağzımızdan çıkanları kendi kulağımız duysa daha ötesi karşımızdakine inandırmaya çalıştıklarımıza önce kendimiz inansak zaten helale haram katmayız.

                Mesele her zaman ve her şeyden önce şahsi menfaatlerimiz olunca kulaklarımız sağır gözlerimiz kör olması meselesi. Halen yaşadığımız hatta neredeyse tüm dünyanın yaşadığı durum bundan başka bir şey değil… İnsanın insana yaptığının yanında şeytan bahane corona üfürükten tayyare…

                Deprem mi oldu ekranlarda fay hatlarının özel hayatlarından bahsetmek yerine mantıklı hareket etmek ve olayın gerçek sebeplerine odaklanmak en doğrusu olacaktır. Öyle mi oluyor dersiniz? Elbette hayır! Deprem bir felaket değildir. Felaket olması için etkilediği yerleşim birimindeki binaların büyük bir bölümünün yerle bir olması gerekir.  1939 Erzincan depremi gibi birkaçını kenarda tutarsak son yüzyılda Anadolu’da meydana gelen depremlerin hiçbirinde böyle bir yıkım görülmedi.

                Anıları hala hafızamızdaki canlılığını koruyan Sakarya depremini örnek gösterebiliriz mesela. İstanbul Kocaeli Sakarya hattında yaklaşık yirmi milyon kişi yaşıyor. Sadece İstanbul Büyük Şehir Belediyesi sınırları için resmi verilere göre bir buçuk milyon yapı var. Depremde bunların en fazla yüzde beşi yıkıldı. Meşhur Sakarya depreminden bahsediyorum. Belki bunun iki üç katı yapı hasar aldı ama bölgedeki yapıların yarıdan çok daha fazlası depremi hasarsız atlatmayı başardı. Hepsi bir yana yapıldıkları andan itibaren bugüne kadar nice depreme tanıklık eden Mimar Sinan yapılarının neredeyse hiçbiri en ufak bir zarar görmedi. Demek ki deprem abartıldığı kadar ciddi bir afet değil. Hele Tanrı’nın cezası hiç değil. Bırakalım artık her doğa olayın Sodom ve Gomore’ye benzetmeye.

                Oturduğumuz binaların nasıl sakat yapıldığını tahmin edebilirsiniz. İnanmıyorsanız en ufak bir sarsıntıda ne demeye kendimizi dışarı atıyoruz? Bunda hepimizin az veya çok payının olduğunu da... İster gereksiz yere karşılık kat karşılığı abartılı pay isteyen gözü doymaz arsa sahibi olun, ister en doğal ve zorunlu ihtiyaç olan konut sektörünü üç kuruşluk dünya uğruna rant aracına çeviren müşteri, isterse daha çok kazanmak uğruna malzemeden feragat eden müteahhit fark etmez.  Zaten bunlardan biri olmasanız bile ya bu gibilerin palazlanmasına imkan tanıyan birisinizdir ya da elinize imkan geçtiğinde aynısının fazlasını yapabilecek kapasitede biri. Eğri oturup doğru düşünün. Dinleye dinleye alışkanlık kesp ettiği için ne size ne bize tesiri kalmayan rivayetlere boğmayın ortalığı. Eğer bugün oturduğunuz evin sağlamlığından, beslendiğiniz gıdanın faydasından ve ortak söylemlerle anlaşabildiğiniz komşunuzun şerrinden emin değilseniz tesirinin olmadığı ortada. Vakit nakil değil tefekkür vaktidir. Hepimiz bu suça ortağız. Sonuçta evlerimiz ne statik kurallarına uygun yapılıyor ne de uygun oranda uygun malzeme kullanılarak. Sonuçta deprem oldu mu başlıyoruz feryat etmeye. Deprem sırasında herkes kendi işinde nasıl kaytardığını ve depremin yaratacağı hasarda kendi payının da olduğunu akıllara durgunluk verecek bir süratle hissederek kendini dışarı atarken, deprem sonrası akıl almaz bir gafletle görmezden gelerek etrafını yakıp yıkıyor. İşte içine düştüğümüz çelişkinin otopsisi bu… Artık anlayana…

                Hangimiz işimizi ağzımızdan çıkan ve genelde vizyon yapmak için sarf ettiğimiz tütsülü söylemlere uygun yapıyoruz? Kendi çıkarlarımızı kotarmak adına başkaları için üfürdüklerimizin kaçta kaçını uyguluyoruz? Haydi eğri oturup doğru konuşalım. Nasıl biz kendimizde amacımız için hileye başvurma hakkı görüyorsak müteahhit de bina yaparken kendi çıkarını düşünecek. Onun başı kel mi? Kendi çıkarlarını düşünmek sadece size verilmiş bir meziyet değil ki…

                Bunun üzerine deprem olunca ve binalar başımıza yıkılınca hemen doğaya veryansın etmeyeceğiz demektir. Aynı zamanda gafletimizin ve açgözlülüğümüzün faturasını takdiri ilahiye çıkarmayacağız. Bazen öyle saçmalıyoruz ki sanki takdiri ilahi insanların huzurunu bozacak felaketler gönderip seyretmekten zevk alıyormuş gibi aktarmaya çalışıyoruz olanları. Deprem de yağışlar gibi rüzgar da olumlu olumsuz bazı etkenlere karşı doğanın kendi denge ve düzenini sağlamak için ortaya koyduğu reflekslerden başka bir şey değil.

Son günlerde meydana gelen aşırı yağışlar sonucu oluşan seller de bundan farklı değil. Doğada sel diye bir olay yoktur. Az ya da çok meydana gelen her yağı yer çekimi ve eğimin etkisiyle yatağında akarak yok olmak isteyecektir. Sen zemin altında ev yaptın,  bunu da parayla siyasetin kaçak aşkı sayesinde zamanın belediyesine onaylatarak iskana açtın diye yeryüzüne düşen yağmur suları toprağa değdiği yerde beklesin mi yani? Olur mu böyle saçmalık?

Depremin olmadığı gibi sel ve dere taşması da yoktur. Deprem yer kabuğunun dönmenin etkisiyle biriken enerjisini atması, sel ani ve aşırı yağışların eğimin etkisiyle akışa geçmesi, dere taşması da yükselen suyun dere yatağına dolmasıdır. Dere yatağını yerleşmeye açarsanız dere bir gün yatağına yayılmak istediğinde çocuksu mantıkla dere taştı dersiniz işte. Kot altını yerleşmeye açarsanız eğimin altında kalan yerlere su dolmasına taşkın dersin. Meseleye bu yönüyle bakarak tedbirli davrandığınızda doğal olaylardan zarar görmek neredeyse imkansızdır. Ama insanlar genellikle buy tür olayları totemistik çağlardan kalan bir mantıkla işledikleri günahın kefareti olarak görmeye devam ettikleri sürece başımıza daha çok şey gelir.

Diyelim ki doğa olayları işlediğimiz günahların kefareti. Peki ne değişiyor olayı bu şekilde yorumladığınızda? Kendiniz de dahil olmak üzere kim yaptığı yanlıştan dönüyor? Haydi bana başta kendiniz olmak üzere çevrenizden birkaç örnek vermeye çalışın. Ha herkes sütten çıkmış ak kaşık derseniz, depremde kibrit kutusu gibi yıkılan binaları kim yaptı derim. Zeytine ayakkabı boyasını, bala glikozu, kırmızıbibere kiremit tozunu, kaçak tütüne tahta tozunu, kaçak çaya domuz kanını kim katıyor derim. Dahası var durun bakalım madem hepimiz sütten çıkmış ak kaşığız, madem hepimiz melekten daha mükemmeliz kapılarımıza kilit üstüne kilit takmanın, her köşe başına kamera ve güvenlik personeli yerleştirmenin anlamı ne? Bütün bu yanlışları uzaylılar mı yapıyor? Bütün bu günah ve suçları Yunanlılar mı işliyor? Cevap vermeye çalışın da muhakeme yeteneğiniz gelişsin…

 

               

               

YAZARLAR