Aşkımız Neden Tükendi?
Dağlara taşlara yazılan bir aşk göz açıp kapayıncaya kadar nasıl saman alevi gibi yok olup gidebilir? Ama oluyor işte. Hoşumuza gitmese de gerçek bu. Zamanında kelimelerle ifade edilemeyen, edilemeyecek sanılan büyük sevgiler; bir süre sonra şiddetli geçimsizlikle son bulabiliyor. Bunda şaşılacak bir şey yok. Aşk denen rüya her neyse, daha ilk durakta böyle bir kadere mahkum...
Bir zamanlar deli gibi aşık olmuştunuz. Birbirinizin olmazsanız yaşayamayız sanıyordunuz. Olabilir. O, tam bir sekerat haliydi, hayalden öte ütopyaydı. Oysa şimdi birlikte yaşamak işkence gibi geliyor. Doğrusu bu zaten... İstenmeyen ama kaçınılması mümkün olmayan son… Sevgiyi, hoşlanmayı anladık da Zerdüşt’ün sönmez Ateşi’ne benzeyen aşkımız bir gün nasıl küllenir, anlayamıyorum diyorsunuz. Anlamayacak bir şey yok aslında… Anlamak istemiyoruz sadece…
İlk günlerinizi hatırlamaya çalışın. Zorlayın biraz hafızanızı. Birbirinize deli gibi aşık olduğunuzu durup dinlenmeden haykırdığınız o cicim aylarınızı. Birbirinizi nasıl aldatıyordunuz kötü ve çirkin taraflarınızı gizleyerek… En ince ayrıntısına kadar hatırlamaya çalışın. Yoklayın biraz hafızanızı. Aldatmayla başlayan bir sürecin hezimet durağında sonlanmasından daha doğal ne olabilir?
Elbiselerden başlayalım isterseniz. Borç harç demez, kılık kıyafetine dikkat eder, en yeni elbiseler giyerdiniz buluşmaya giderken. Neredeyse bütün olanaklarınızı kullanarak hep yeni elbiseler giymeye çalışırdınız. Daha sonra almayı unuttuğunuz en etkileyici ve aynı oranda pahalı parfümleri kullanırdınız. Saç ve tırnak bakımını kesinlikle ihmal etmezdiniz. Bu konuda hiçbir masraf ve zahmetten kaçınmazdınız. Manikür pedikür, boya…
Sonra ne oldu, aynı çatı altında yaşamaya başladığınızda? İki üç günde bir değişir oldu üzerinizdekiler. Zamanla saçma sapan giyinmeye bile başladınız. Hele o geceleri giydiğin pamuklu gri pijaman var ya damat bey... Dizleri bükülmekten sarkmış olanı canım, sen ne kadar inkarında ısrar etsen de sadece bu bile sevgilinin gözünde senin bütün büyünü bozmaya yetti. Oysa daha önce giymezdin. Şık bir eşofmanın vardı, keten pantolona benzeyen. Ona baktıkça coşar, aynı gecede defalarca tava gelirdi sevgilin. Gelin hanım için de aynı durum geçerli. Evlendikten sonra pembe ipek geceliğini yüklüğe kaldıran, onun yerine giydikçe sarkan ve pörsüyen çiçek desenli pazen geceliğe bürünen kadın için de…
Soğan sarımsaktan uzak durur, yemekten sonra dişlerinizi fırçalamakla yetinmez; buluşma öncesi ayrı bir özen gösterirdiniz ağız temizliğine. Arada bir naneli şeker sakladığınız olurdu dilinizin altına. Böylece ağız kokunuz sevdiğinizin şehvette tavan yapmasına sebep olurdu.
Her gün banyo yapardınız. Vücut losyonuna kadar denemediğiniz yenilik kalmamıştı. Onun için teriniz bebek gibi kokardı. Birbirinizin iç çamaşırını alırdınız yanınıza hatıra olarak. Ayrılık zamanlarında kokusunu içinize çeker, bulutların üzerinde gezinirdiniz.
Aynı titizliği evlendikten sonra gösterdiniz mi beyefendi, hanımefendi? Bakıyorum birden sağlıklı yaşam bahanesiyle soğan sarımsak yemeye başladınız. Daha beteri bile oldu, sabahın köründe eşlerden biri gözündeki çapağı temizlemeden başladı cilveye ağzında gecenin çürük kokusuyla. Diğeri de misilleme olarak günlük duşunu aksatmaya ve teke gibi kokmaya başladı. Böylece iki taraf da ilk defa sevgilisinin hayalinde canlandırdığı gibi Olimpus Tanrılarından olmadığını fark etti. Sonra da aşkımız nasıl tükendi diye hayret ayaklarına yatıyorsunuz.
Göğüsleri kızarmış yağ ve salça kokan bir kadınla birlikte bir yaşam düşünülebilir mi? Ya da sigara, rakı ve sarımsak kokan bir erkekle… Alışkanlıklarınızın etkisiyle kendi çirkinliklerinizi göremediğiniz için çoğu zaman şaşkınlık ve kızgınlıkla tecavüze benzeyen birlikteliklere zorlamaya başladınız eşinizi. Farkına varamadınız büyünün bozulduğunun. Eğer partnerinizi böyle bir işkenceye zorlarsanız, çok geçmeden tiksinti ve iğrenme kasırgalarının aşkınızı yerle bir etmesine şaşmayacaksınız.
Her şey o kadar çabuk gelişti ki, anlamaya zaman bile bulamadınız. Birbiriniz için birlikte ölmeyi bile aklınızdan geçirmiştiniz. Gelecekte kavuşamama ihtimaline karşı birlikte plan bile yapmıştınız. Cesaretiniz yetseydi o çağda yapmanız mümkündü. Yani tetiğe asılabilirdiniz gözünüzü bile kırpmadan. Ama şimdi iyi ki çekinmişim diyorsunuz. Her şeyde bir hayır vardır dedikleri bu olsa gerektir.
Bir elmanın iki yarısı gibiydiniz. Ne olduysa birden elmadan kurt çıktı ve kendinizi hakim karşısında buldunuz. Mahkeme sebebiniz şiddetli geçimsizlik. Evlilik cüzdanınıza bakarsanız, attığınız imzaların mürekkebi bile kurumamış. Artık değil birbirinizden ayrı kalınca ölmek, beraber kaldığınız süre ömrümüzden alıp götürür olmuş. Ne olmuş ve nasıl olmuştu? Olabilir miydi böyle bir şey? Bu bir kabus olmalıydı. Başka türlü açıklayamıyorsunuz çünkü. İstemeden yaşamak zorunda kaldıklarınızın bir kabus olmasını bekliyor, bir an önce uyanmak istiyorsunuz. Ama uyanamıyorsunuz. Çünkü bu, gerçeğin ta kendisi…
Tuvalete gitmeye korkuyordunuz, daha doğrusu utanıyordunuz. Sen beyefendi sigarayı tuvalette yakıyordun, hanımefendi sen de parfümünü aynı yerde tazeliyordun. Tabi tuvalete gitmeden önce aşığınızın en sevdiği filmi açıp sesini yükseltmeyi unutmuyordunuz. Birbirinize kötü kokularınızı ve gürültünüzü duyurmamak için.
Aslında evlenmeden önce bu meseleyi buluşmaya gelmeden tuvalette yarım saat ıkınarak hallediyordunuz. Böylece birbirinizin yanındayken melekler gibi herhangi bir ihtiyacınız olmuyordu, küçük su haricinde. Bu küçük ayrıntı sevdiğinizin teriyle sarhoş olduğunuz bir çağda o kadar problem teşkil etmiyordu ikiniz için de. Çünkü aşık olduğunuz gerçek değil, hayaldi. İğrenç mi söylediklerim? Haydi canım! Sarmaşık diplerinde birbirinize itiraf ederken iyiydi de şimdi ben hatırlatınca mı tiksindirici olmaya başladı?
Kendinizde olduğunu bildiğiniz kötü ve iğrenç tarafların sevdiğinizde olmadığına inanmaya alıştırmıştınız kendinizi. Düşünmeden inanmanın kaçınılmaz sonu… Bu gerçeği göremeyecek kadar aklınızı başınızdan almıştı aşk denen fırtına. O çağda gözünüzü kör eden bu hastalığın gelip geçici bir gençlik hevesi olduğunu söyleyen elbette çıkmıştır. Ama kulak asmamışsınızdır eminim. O zaman ceremesine katlanacaksınız…
Zaman içinde gök gürültülü ihtiyaç gidermeye, tuvaleti temizlemeden çıkmaya, kokunu duyurmaktan çekinmemeye başladın. Partnerin de rakip oyuncu gibi bilmukabele aynısını yapmaya başlayınca olanlar oldu. Büyüsüne kapıldığın melek düzleminde hayal ettiğin idolünün aslında senin gibi atık maddelerden mürekkep element enkazı olduğunun farkına vardın. Bu farkına varış gözündeki kataraktın kalkmasına sebep oldu tabi. Saat on ikiye geldiğinde gece yarısı prenses Külkedisine döndü. Aşkınızı ortaya çıkaran ve onu her daim ayakta tutan büyü bozuldu.
Kulağı, burnu akmaz, gözü çapaklanmaz, önden arkadan mide bulandırıcı ses ve kokular salmaz sandığınız meleksi varlık bir anda kaybolmuş yerine diğerlerinden farkı olmayan bir fani gelmişti. Üstelik diğerlerinden farklı olarak bu iğrenç faniyle aynı çatıyı, aynı masayı, hatta aynı yatağı paylaşmak zorundaydınız. Doğal olarak kısa zaman içinde aşkınız açıkta kalmış leş gibi bozulmaya başladı. Şaşılacak bir durum yok yani aşkınızın tükenmesinde.
Evlenmeden önce gergedan gibi ağzınızı gere gere yemek yemiyordunuz. Gayet nazik ve estetik geviş getiriyordunuz. Zaten çoğu zaman önceden aperatif bir şeyler atıştırdığınız için uzun vadeli yemenize gerek kalmıyordu. Melekten farkınız yoktu yani, unuttunuz mu? Sevgiliniz de öyleydi. Ama evlendikten sonra hıçkıra geğire ağzınızı iki tarafa yaya yaya gevmeye başladınız. Sofrada bile eskisi gibi saklamaya gerek duymadan dişinizi karıştırmaya, hatta burnunuza parmak atmaya bile başladınız. Ne oldu, hoşunuza gitmedi mi? Mideniz mi bulandı? Yazık, üzüldüm şimdi. Ne yani yanlış mı söylüyorum?
Önceleri güzel bir akşamdan sonra geceye kalırsanız sırt üstü yatıyordunuz. Uykuda bile olsa yanlışlıkla yellenmemek için. Bakliyat türünden yellendirici şeyler yememeye özellikle dikkat etseniz de işi şansa bırakmak istemiyordunuz. Sonra ne oldu? Tercihleriniz değişti birden. Çünkü artık hep onun istediği gibi yaşamak ağır gelmeye başladı. Özgürlüğe aşerip yüzüstü yatmaya başladınız. Birden milli yemeğiniz fasulyeyi soğanla beraber tüketme hevesine kapıldınız. Sonrası malum… Sabaha kadar gök gürültülü sağanak yağış…
Eskiden, sevgiliyken yani hasta olmazdınız. Daha doğrusu hastayken buluşmazdınız. Dolayısıyla birbirinizin kulağının burnunun aktığını fark edemezdiniz. Gözünüzün altı morarmaz, dudaklarınızda yaralar oluşmazdı. Ağzınızın kanalizasyon gibi koktuğunu belli etmeden geçiştirirdiniz hastalık sürecini. Çünkü her ikiniz de Olimpus’tan gelen tanrısal varlıklardınız değil mi? Böylesine kim aşık olmaz? Ama evlenince mızrak çuvala sığmamaya başladı. Hastalığın etkisiyle yüzünüz makyaj tutmamaya başlayınca, olanlar oldu. Sıva dökülünce yani… Ay doğdu ve gerçekler ortaya çıktı. Aşık olduğunuzu sandığınız masalsı varlığın diğerleri gibi kirli ve iğrenç bir cesedi olduğunu fark ettiniz. Bu fark ediş, sonun başlangıcı oldu aşkınız için.
Bedensel yalanların farkına varma ruhunuzu da etkiledi. Eskiden ulaşılmaz bir idol haline getirdiğiniz sevdiğiniz için yaşıyordunuz. Bu yüzden onu üzmemek adına kişilik özelliklerinizi mümkün mertebe ortaya çıkarmamaya çalışıyordunuz. Onun sevdiği yemekleri seviyor, onun dinlediği müziği dinliyor, onun izlediği filmi izliyor; kısacası onun gibi olmaya çalışıyordunuz.
Zamanla sevdiğinizi sandığınız kişinin buna değmediğini anladınız. Üzerinizdeki fedakarlık gömleği sıkmaya başladı. Tekrar kendinize dönmeye karar verdiniz. Çok geçmeden aranızda neredeyse hiçbir ortak nokta olmadığını fark ederek yıkıldınız. Üstelik kendinizden uzaklaştıkça ne kadar da bunalmıştınız. Belki bu bunalım gerçekleri daha iyi görmenizi sağladı. Kendi kişilik özelliklerinize dönmenizle beraber aynı çatı altında tartışmalar yaşanmaya başladı.
Ve kendinizi şiddetli geçimsizlik şikayetiyle hakim karşısında buldunuz. İşte aşık olmak böyle bir şey. Kişi ne kadar genç yaşta aşık olursa ya da aşık olduğunu sanırsa diyelim; hayal batağına saplanması o derece şiddetli, kurtulma süreci de o oranda acılı olmakta. Yaş ilerledikçe bu hatalara kapılma olasılığı mevcudu kabullenişin ve yaşanmış deneyimlerin etkisiyle eskiye göre daha az ve evlilikten sonra yaşananların yaşatacağı travma daha hafif olabilir. Buna da tam olarak emin değilim aslında ama öyle olması gerektiğini düşünüyorum.
‘Üfürizmalarım’
Serdar Adem İŞLER